22 Aralık 2012 Cumartesi

Tembelliği Yenme ve Çalışkanlığı Öğrenme kitabı "Kişisel Ataleti Yenmek"



"Ne okusam?" diye düşünürken uzun zamandır merakımı celbeden ama "acaba vakit kaybı mı olur?" diye düşünmekten okumaya bir türlü başlayamadığım bir kitaptı Kişisel Ataleti Yenmek.


Kışın gelmesiyle üzerimde oluşmaya başlayan rehaveti alt etmek için daha iyi bir dürtükleyici kitap bulamam diye düşünüp okumaya başladım. Bu kitapta beni şaşırtan şey sıradan kişisel gelişim kitaplarından apayrı ve daha önce irdelenmemiş bir konu olan "atalet"i ele almış olmasıydı. Aslında genel bir perspektiften bakıldığında kişisel gelişim adına bir kitap okunacaksa başlanması gereken kitap budur bence.



"Atalet: isteksizlik ile yorgunluğun, tembellikle depresyonun, yavaşlıkla, yılgınlığın, hayal kırıklığı ile kayıtsızlığın, tükenmişlik ile tepkisizliğin "ortaya karışık" halde bir insanın ruhunu ve bedenini ele geçirmesidir."

"Bir insan, yapması gereken ve yapabileceği bir şeyi neden yap(a)maz? Tersten sorarsak, bir insan yapması gereken ve yapabileceği bir şeyi nasıl "yapamaz" hale gelir?"


"Tanrı bize iki yuvarlak organ verdi, biri oturmak diğeri düşünmek için. Başarınız hangisini daha fazla kullanacağınıza bağlı."

"Atalet hali bir tür psikolojik kanser gibi, ele geçirdiği bünyeyi güçsüzleştirip, olduğu yere sabitler."

"Özgür insanlarda, eylemin yönü dıştan içe değil, içten dışa doğrudur."

"Bir bisikletin üzerindeydim ve ben pedal çevirmezsem, o bisiklet devrilebilirdi!"


"Ataletliyken, bir yandan irade gücünüzün motorlarını kullanarak kendinizi ileri itmeye çalışırsınız, diğer yandan tembelliğinizin el freni size ağırlık yaparak hızınızı yavaşlatmaya çalışır."

"Atalet sinsice bünyeye yerleşir ve ilk iş olarak eyleme geçme mekanizmasını felç eder."

"Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar."(Atatürk)


Kitabın en son bölümünde "Tembelliği yenmek ve çalışkanlığı öğrenmek üzerine özdeyişler" kısmı var.


5 Aralık 2012 Çarşamba

"Kitapçı" Kültür Sanat ve Kitap Tanıtım Dergisi


Kitapçı dergisi ile bir kaç hafta önce tanıştım, d&r'da dergileri incelerken gözüme ilişti ve yayın hayatına yeni girmiş olması nedeniyle iyice merak ettim ve satın aldım. 

Derginin içeriği, kitabevlerinde çalışan kitapçıların yazdığı kitap tanıtım yazılarından oluşuyor bu nedenle samimi bir dili var. 

Konsepti popülariteden, bestseller kitaplardan uzak daha çok Türk Edebiyatı'na dönük. Hem tavsiye hem de inceleme yazıları içeriyor.



İçindekiler; Kitapçı, Kitapçı Dostları, Okurdan, Çocuk, Müzik, Sinema-Tiyatro bölümlerinden oluşmakta.

Çocuk bölümündeki  kitapları çocuk yazarlar tanıtıyor, bence bu çok hoş bir ayrıntı.

Ocak 2013 itibariyle iki ay süreli olarak yayınlanacaktır.


3 Aralık 2012 Pazartesi

Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi (The Museum of Innocence)


Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk’un hem yazdığı bir roman hem de yaptığı bir müzedir. Pamuk 1990’lardan itibaren romanı ve müzeyi baştan beri birlikte düşündü. 1974 ile 2000’lerin başı arasında geçen aşk romanı, biri zengin diğeri orta halli iki aile üzerinden geçmişe dönüşler ve hatıralarla birlikte 1950-2000 arası İstanbul hayatını anlatıyor. Müzede ise romanda anlatılan kahramanların kullandığı, giydiği, işittiği, gördüğü, biriktirdiği, hayal ettiği şeyler dikkatle düzenlenmiş kutu ve vitrinlerde sergileniyor. Müzeden zevk almak için romanı okumaya gerek yok. Tıpkı romandan zevk almak için müzeyi gezmeye gerek olmadığı gibi. Ama romanı okuyanlar, müzenin çeşit çeşit anlamını daha iyi kavrayacakları gibi, müzeyi gezenler de, romanı okurken fark etmedikleri pek çok şeyi görecekler. Roman 2008 yılında yayımlandı, müze ise 28 Nisan 2012 tarihinde açıldı. 


Masumiyet Müzesi ile ilgili blogda yazmamak konusunda kararlıydım ama dayanamadım. Yazmak istememe nedenim hislerimi ve duygularımı anlatmaya çalışmamın nafile bir çaba olacağını bildiğim içindi. Hayatımı masumiyet müzesinden öncesi ve sonrası diye ayırabilecek kadar etkilediğimi söyleyip susmak istiyorum. 


Eğer merak ediyorsanız bir an önce okuyun, bitirdikten sonra da çok vakit kaybetmeden müzeyi ziyaret edin.Kitabın kalınlığı sadece bir ilizyon, sayfalar o kadar hızlı ve seri ilerliyor ki kitaptan kopmak pek mümkün olmuyor.


Kitabın içerisinde bir giriş için geçerli olan bilet kısmı bulunuyor, girişte özel bir mühürle damgalanıyor.


Ayrıca müzenin içerisinde yer alan Masumiyet Mağazası'nda müze koleksiyonundan seçilmiş imajların yer aldığı afiş ve kartpostalların yanı sıra Şeylerin Masumiyeti adlı müze kataloğu ve farklı dillerde Orhan Pamuk romanları satılmaktadır. Mağazada kupa, buzdolabı mıknatısı, defter ve kalem gibi diğer hediyelik eşyalarda bulunmaktadır.


Masumiyet Müzesine Nasıl Gidilir ?


Masumiyet Müzesi İstanbul'da, Çukurcuma'da İstiklal Caddesi ile Tophane arasındadır.

Yürüyüş mesafesi olarak; Taksimden 12, Galatasaray'dan 8, Tophane'den 8, İstanbul Modern'den 10, Cihangir'den 10 dakika uzaklıktadır.

Tramvayla gelecek olanların Tophane durağında inip sekiz dakika yürümeleri gerekir.

Ziyaret Gün ve Saatleri: 
Salı, Çarşamba, Perşembe, Cumartesi ve Pazar:10.00-18.00, Cuma:10.00 - 21.00
Müze Pazartesi günleri kapalıdır, içeride fotoğraf çekmek yasaktır.

Yalnız başına gitmeniz yerine özel bir insanla gitmeniz önerimdir :)


Kaynak:
http://www.masumiyetmuzesi.org
http://masumiyetmuzesi-org.tumblr.com/

5 Kasım 2012 Pazartesi

Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri


Şiir, insana yaşadığını hissettiren bir şey, içini duyguyla dolduran, üzen, içini titreten bazen gülümseten. Bir öykü veya roman okurken olandan daha çok içine saplanıyor insanın cümleler. Bazen bir dörtlük veya bir mısra yüzünden günlerce belki haftalarca beynimizde aynı olaylar defalarca vuku bulur. Hayatı düz ve gelişine yaşamaktan kurtarıp insana insan olduğunu da hatırlatır şiirler.Ama günümüzde "robot", "soğuk", "duygusuz", "sevgisiz" olmak makbul olduğu için ne adam akıllı şiir kitapları var artık ne de sadakat yüklü aşklar.Aşık olmanın acizlik ve zayıflık olarak lanse edildiği bir dönem yaşarken bunların beklentisine girmek bile abuk.Benim merak ettiğim daha ne kadar süre kendimizi kandıracağız duygularımız olmadığı konusunda? 

Orhan Veli şiirlerine aşinaydım ama onun bu kendine haslığı nedeniyle bütün şiirlerini bilmek istedim, iyi ki de bu isteği duymuşum beni kendi düşüncelerimden uzaklaştırıp duygularıma kaçırdı. Bünyeye antidepresan gibi yapay maddeler sokmak yerine her akşam bir iki dozluk şiir okuma seansları düzenlemek bence insana insan olduğunu hatırlatan duygularını geri verir. 

Hilmi Yavuz'unda dediği gibi; "Hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız."



4 Kasım 2012 Pazar

Her şeye "karşı" bir adam; "Aylak Adam"


Yusuf Atılgan (Manisa, 27 Haziran 1921 – İstanbul, 9 Ekim 1989)İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Bir askeri lisede bir yıl süreyle edebiyat öğretmenliği yaptı. Milliyet Yayınları’nda danışmanlık ve çevirmenlik, Can Yayınları’nda redaktörlük yaptı. Canistan adlı romanını tamamlayamadan kalp krizi sonucu Moda’daki evinde vefat etti.
Romanları: Aylak Adam (1959), Anayurt Oteli (1973), Canistan (2000)Öyküleri: Bodur Minareden Öte (1960), Eylemci (Bütün Öyküleri; 1992)Çocuk Kitabı: Ekmek Elden Süt Memeden (1981),
Çeviri: Toplumda Sanat (K.Baynes; 1980)
Yapı Kredi Yayınları kendisiyle ilgili şu bilgileri vermiş;Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı ve modern Türk edebiyatının önde gelen ustaları arasında yer aldı. Anayurt Oteli 1987’ de Ömer Kavur tarafından aynı adla sinemaya aktarıldı. Film, Venedik Film Festivali’nde aldığı “Fibresci Ödülü”nün yanısıra yurt içinde ve dışında başka pek çok ödülün de sahibi oldu. 1955’te Tercüman gazetesinin öykü yarışmasında “Evdeki” öyküsüyle (Nevzat Çorum adıyla) dokuzunculuk kazandı. Aylak Adam romanıyla 1957-58 Yunus Nadi Roman Armağını’nda ikincilik ödülü aldı. Ölümünün ardından Yusuf Atılgan’a Armağan (1992) adlı bir kitap yayımlandı.
Kitabın arka kapağında şu sözler yer alıyor:“Her şeye “karşı” duran, “karşı” çıkan, “karşı” olan bir adam… Aylak Adam. Bir adı bile yok. “C” diyor Yusuf Atılgan kısaca. İnsan her şeye bunca “karşı”yken kendine de “karşı” olmadan nasıl sürdürebilir bir “karşı” yaşamı? C., sıradanlığa, tekdüzeliğe, alışılmışın kolaycılığına hiç mi hiç katlanamıyor. Hem farklıyı, hem doğru olanı arıyor. Çabasının boşuna olduğunun da farkında üstelik. Zor bir karakter, zor bir yaşam, yalın bir roman.”



Alışmaktan korkan, herkeste o'nu arayan, bulamayan, tutunamayan, her şeye karşı duran, her günü cumartesi gibi yaşayan bir adamın dört mevsimlik hikayesi Aylak Adam. Toplum ile bir bağı kalmamışcasına her şeye karşıdan bakan,  -toplumun akılla bağdaşmayan düzenine- karşı, uyumsuz (neye göre, kime göre uyumsuz?) insanların çoğu hareketine anlam veremeyen, bir adam C.

Kitapta kadın karakterin yazdığı mektupları okurken, kendisini ne kadar güzel ifade etmiş dedim öyle bir etkiydi ki bu sanki okuduğum bir roman değil yazarı erkek değil o mektupları yazan "gerçek" bir kadınmış, kurgu yokmuş gibi hissettim. 

Bende böyle hissetmiştim ama kelimelere dökememiştim dediklerimiz var içinde. Bu kitabı bu kadar sevdirende bu bence. Bazı bölümlerinde olan anlatım biçimi, tutkusu nedeniyle Kürk Mantolu Madonna'ya benzettim.Satır araları muhteşem ayrıntılarla çevrili;

***

“Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz.”

“İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları “kişi”yi anlatırlar.”

"Herkes onun gibi değil miydi? en az umutlanmaları gerektiği zamanlar en çok umarlardı."

“Araçları, kullanılmaları gereken amaçtan sürekli olarak değişik amaçlar için kullanmak gösteriştir.”

“İnsan geçmiş bir olayı kafasından kazıyıp attığını sanıyor. Değil. Tortuya benzer bir kalıntı var.”

“Birden içini bir yere, bir şeye geç kaldığı duygusu kapladı. Yirmi sekiz yaşındaydı, tedirgindi.”

“Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”

“Fotoğrafları sevmem demişti, insanın hayalini sınırlarlar; hep kendilerini düşünmeye zorlarlar bizi.”

“Huzurunu yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktu.”

“Sabahları geç kalkmaya alışmış bir insan, bir gece yatarken “yarın erken kalkmam gerek” diye düşünüp ertesi sabah istediği vakitte uyanınca nasıl şaşarsa o da saatine bakınca öyle şaştı.”

“Ne sıkıcı işleri var insanların!”

“Hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek? Kim demiş?”

“Kiremitlerden biri çatlak olmasa dam akmaz.”

“Yine de üzgündü; ama tatlımsı bir üzüntü bu, kahredici değil, yerleşik.”

“Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?”

“Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. İş avutur derdi babası.”

“Bir şeyler olmasını bekliyordu insan, bir değişiklik"


***


3 Kasım 2012 Cumartesi

Aydökümü #Ekim 2012


Ekim ayı benim için az konuşup çok düşündüğüm az sosyalleşip çok okuduğum bir ay oldu, buna rağmen okuduklarım bana yetti mi, hayır. Kitapların dünyası öyle bir dünya ki insan okumaya başladığı zaman özellikle ard arda doğru kitapları bulmaya başlamışsa, içinde hep "daha fazla" diyen bir doyumsuzluk hissi doğmaya başlıyor. Şu an sırada okumam gereken 20ye yakın kitap varken hâlâ alım konusunda kendimi durduramıyorum. Ekim benim için şanslı bir aydı, özellikle kitaplar hakkında artık bir yol göstericimin olması da peş peşe "işte bu!" dediğim kitaplar seçmemi sağladı. Her insanın içinde okumak eylemini sevecek bir taraf olduğuna inanıyorum yeter ki kendisine uygun olan doğru türü bulabilsin.

Okuduklarımdan kısa bir analiz yapacak olursam; 
Tezer Özlü'nün "Eski Bahçe-Eski Sevgi" kitabı ruhumu bedenimin bulunduğu yerden ayırdı, başka yerlere sürükledi. Tezer Özlü benim için o kadar değerli ki Eski Bahçe-Eski Sevgi'yi alelade bir zaman diliminde okumak istemediğim için hep erteledim durdum. Onun kadar beğendiğim diğer romanda "Aylak Adam" oldu ve yine doğru zamanda okumanın etkisiyle bir iki gün içerisinde bitti. "İnsan ne ile yaşar"da keza öyleydi. Su gibi bir anlatıma sahipti. 

Daha önce Orhan Veli okumamıştım karşıma çıkan şiirlerini çok beğeniyordum sonunda bir akşam içinde ayin yapar gibi Bütün Şiirleri'ni okudum, çok iyi geldi.Yazarının Joanne Greenberg olduğu "Sana Gül Bahçesi Vadetmedim" kitabına gelecek olursam aramızda bir sevgi-nefret ilişkisi oluştu kendisiyle, aynı anda Tezer Özlü okuduğum için ciddi boyutta bir iç sıkıntısı yaptı hatta kitabı görünce bile midem bulanıyor verdiği iç sıkıntısından ama okuyorken elimden bırakmakta istemedim, ilginçtir Kuyucaklı Yusuf'ta aynı etkiyi verdi. "Pastoral Senfoni", İnsan Ne ile Yaşar gibi çabuk bitti ama okumasaydım da bir şey değişmezdi, etkilemedi beni çok fazla.


Bu kitaplarla ilgili yazacaklarım elbette bu kadar değil, hepsiyle ilgili söylemek istediklerimi ilerleyen günlerde ayrı ayrı ele alacağım. 



Ve Kasım ayının en güzel yanı şüphesiz ki İstanbul Kitap Fuarı :)


Tüyap'ta 17-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek, kaçırmayın üzülürsünüz :) Etkinlik Programı ve diğer ayrıntılara Buradan ulaşabilirsiniz.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Hayat Değiştiren Kitap: Martı Jonathan Livingston


Martı Jonathan Livington, Richard Bach tarafından kaleme alınmış; sürüdeki diğer martılardan farklı olarak "öğrenmek" ve "gelişmek" isteyen yeniliklere açık, meraklı bir martının yaşamını anlatan fabl tadında bir öykü. 



Motive ediciliği çok yüksek bir kitap, asla düşmemeyi değil düştükten sonra nasıl daha sağlam ayağa kalkılır motivasyonunu veriyor.

Onlarca kişisel gelişim kitabı okumak yerine sadece 1 saat ayırdığınız takdirde daha yeni ve taptaze ufuklara sahip olup, ertelediğiniz her şeye, umut etmekten vazgeçtiğiniz hayallerinize "neden olmasın?" diyerek coşkuyla sarılabilirsiniz:)




***

"En yüksekten uçan martı, en uzağı görendir."

"Artık yaşamak için bir nedenimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi."

"Bizi sınırlayan her şeyi bir tarafa atmalıyız."

"Düşüncelerinizin zincirlerinden kurtulun, bedenlerinizin zincirlerini kırın."

"Görünenlerin hepsi sınırlıdır. Anlayarak bakmaya, bildiklerinin ötesine geçmeye çalış."

"Düşündüğün en son hızda herhangi bir yere uçabilmek için daha şimdiden oraya vardığını kabul etmelisin."

"Eğer ne yaptığını iyi biliyorsan her zaman başarırsın. Başarmak için ne yaptığını bilmek gerek."

"O, korkuyu yenmenin gururuyla, haz alarak yaşıyordu."

"Onu üzen şey yalnızlık değildi; diğer martılar uçmanın keyfine varamamış, uçmalarıyla gurur duyamamışlardı. Gözlerini azıcık aralayıp ileriye bakmayı reddetmişlerdi."

"Yaşamak için ne çok neden var! Balıkçı teknelerinin etrafında o rutin, sıkıcı dönüp dolaşmadan başka nedenler de var yaşamak için. Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz!"

"Onurlandırılmak istemiyorum ben. Lider olmayı arzulamıyorum, ben sadece öğrenmek istediğim şeyleri onlara göstermek istiyorum."

***

Ayrıca Yaşar Kurt'un Martı Jonathan Livingston üzerine yaptığı bestesini unutmamak gerek:)


6 Ekim 2012 Cumartesi

"Bir kitap okudum hayatım değişti" kitabı: Yüzyıllık Yalnızlık


Üç gün içinde ara vermeden okuduğum (zaten cümleler o kadar betimleyici, uzun ve dolu ki okumaya başlayınca elden bırakması zorlaşıyor.), kimi zaman benzer isimler arasında kaybolduğum, aile yalnızlaştıkça ev tenhalaştıkça hüzünlendiğim hatta o evde yaşıyormuşçasına kendimi kaptırıp suratımı astığım, kimi satırlarında gülümseyip kimi satırlarında gözlerimi fal taşı gibi açtığım bu kitapla ilgili ne söylersem söyleyeyim hissettiklerimin %1 ini bile ifade etmeyeceğinden emin olduğum, inanılması güç olayları günlük yaşamın parçası tadında sunup büyüleyici gerçekliği en iyi tanımlayan, "bir kitap okudum hayatım değişti" cümlesindeki kitap olsa olsa bu kitaptır. 

Yalnızlık teması öyle sessizce, derinden ve belki de sinsice işleniyor ki içinize, bittiği zaman beyninizden vurulmuş gibi hissetmeniz çok olası. Her sayfası olaylarla çevrili olduğundan, sadece anı yaşıyormuş gibi öncesi sonrası yokmuş gibi hissettiriyor. Senfonik bir destansılık var.Ve ölüm bu kitapta çok olağan. Sonlara doğru kitapla aramda öyle bir bağ oluştu ki, bitmesin istedim sonu olmasın diye yavaş okumak istedim.

Uykusuzluk salgını, yıllarca durmadan yağan yağmur, tanrının fotoğrafını çekmeye çalışan bir dede, evi yiyen karıncalar, güzel bir kızın göğe yükselmesi gibi doğaüstü olaylar kitabı çok nev-i şahsına münhasır kılmış. Anlatımı büyüleyici kılan bir çok satırla dolu. Mesela şu kısma bayılmıştım:

"Jose Arcadio, yatak odasının kapısını kapar kapamaz evde bir silah sesi çınladı.Kan, kapının altından süzüldü, oturma odasına geçti, sokağa çıktı, inişli çıkışlı yoldan karşıya ulaştı, kaldırımları indi çıktı, Türkler Sokağı'nı geçti, önce sağa, sonra sola saptı. Buendiaların evinin tam karşısına geldi kapalı kapının altından sızdı halıları kirletmemek için duvar diplerinden dolanarak salona geçti, oturma odasına girdi, yemek masasının çevresinde geniş bir kavis çizdi, begonyalı terasa uzandı, Aureliano Jose'ye matematik dersi veren Amaranta'nın sandalyesinin altından görünmeden süzüldü, kileri geçti, ekmek pişirmek için tam otuz altı yumurta kırmak üzere olan Ursula'nın bulunduğu mutfağa girdi."

Kitabın arkasında Yüzyıllık Yalnızlık ile ilgili yazar Gabriel Garcia Marquez'den şu sözler var:

 "Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız."



                                                    ***

"İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir."

"Kadının duygularını irdelemeye başladı; Öylesine derine indi ki, ilgi ararken aşk buldu. Çünkü kendini kadına sevdirmeye çalışırken sonunda kendisi ona aşık oldu."

"İnsan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür."

"Ömrünü zehir eden inatçılığı yine herkesin sandığı gibi kötü yürekliliğinden değildi de, sınırsız bir sevgiyle aşılmaz bir korku arasındaki ölümcül çatışmanın sonucuydu."

"Yalnızlık, anılarını ayıklamış, yaşamın yüreğinde biriktirdiği özlem dolu süprüntüleri yakmış, geriye en acı anıları bırakarak onları arıtmış büyütmüş, sonsuzlaştırmıştı."

"O çileden çıkartıcı suskunluk ve ürkütücü yalnızlıktan hem kaçmak, hem de hep orada kalmak isteğine daha fazla dayanamıyordu."

"Ne gamın ne tasanın yanına hiç uğramadığı bir taş gibiydi. Yalnızca o günlerde, arapsaçına dönmüş yüreğinin sonuna dek bocalamaya mahkum olduğunu biliyordu."

"Bir dakikalık uzlaşma ömür boyu arkadaşlıktan daha iyidir."

"Ölümü umursadığı yoktu, ama yaşam çok şey demekti. O yüzden de idam hükmü verildiği andaki duygusu korku değil, özlem oldu."

"İnsanın en iyi dostu ölmüş olan dostudur."

"Yaşamla hesabını kesin olarak kapatırken kendi insanlarını düşündükçe duygulanmıyor, en çok nefret ettiği kişileri aslında nasıl sevmiş olduğunu anlamaya başlıyordu."

"Melquiades, "Bilim uzaklığı oradan kaldırdı" diye fetva verdi. "Çok yakında insanoğlu evinden dışarı adım atmadan dünyanın neresinde ne oluyorsa görebilecek."

"Koca tekne, yalnızlık ve unutulmuşluğun yarattığı, zamanın yıpratıcı etkilerinden ve kuş pisliklerinden korunmuş kendine özgü bir oylum içindeydi sanki."

"Neredeyse kızı olacak yaştaki Remedios'un, yani yargıcın kızının hayali, içine dinmeyen bir sızı düşürmüştü. Bu ayakkabısında taş varmış gibi, yürürken insanın canını acıtan somut bir sızıydı."

"Canayakın ve içten görünmesine rağmen içe dönük bir kızdı, yüreğinden geçenleri kimseye açmazdı."

"Onda yalnızca hüzünlü bir yalnızlık buluyordu."

"Sanırdınız ki, gündüz akşama kadar dokuyor, dokuması bitmesin korkusuyla da gece sabaha kadar söküyordu. Bu işi yalnızlığını unutmak için değil tam tersine yalnızlığını yoğunlaştırmak için yapıyordu."

"Geleceğin belirsizliği, yüreklerini geçmişe çevirmişti."
         

12 Eylül 2012 Çarşamba

İstanbul'da Kitap Okunacak Mekânlar; Kütüphaneler, Parklar, Kitap Kafeler


Amaç bilgi almaksa ve merak varsa bilginin alındığı yerin ve nasıl alındığının çokta önemi yoktur. Evde kitap okumak her zaman daha iyi bir seçenektir. Kendiyle baş başa kalan kişi daha verimli okuma gerçekleştirir, iç dünyasında daha iyi yolculuk yaparak kitabı sindirerek okur.

En azından bende durum böyle işliyor, ama bir grup insan da var ki evde ki dikkat dağıtıcı unsurlar (internet bağlantısı, televizyon, telefon) nedeniyle eline bir kitap alıp okumaya başlayamıyor. Başlasa dahi konsantrasyon sağlayamıyor. Bu gruptaki insanlar için televizyondan, internetten, belki evdeki karmaşadan uzaklaşarak kitap okumaları için mekan araştırmaları yaptım, bu yazıda o mekanları tanıtmaya/hatırlatmaya karar verdim. 

Kitap okumak / araştırma yapmak dediğimizde aklımıza ilk gelen yerler kütüphanelerdir şüphesiz. 


İstanbul' da ilk aklıma gelen kütüphanelerden birisi Taksim' de bulunan Atatürk Kitaplığı. Kütüphaneden yararlanmak için üye olmak gerekli değil, sadece ödünç almak isterseniz bu şart aranıyor. Hafta içi 09.30- 19.30, hafta sonu 9.30-18.00 saatleri arasında açık. Koleksiyonunda 228 bin kitap, 20 bin dergi, 10 bin gazete cildi, 445 albüm, 12 bin 320 kartpostal, 10 bin harita, dört bin 400 yazma, 565 salname, 334 takvim ve 49 atlas bulunuyor. Ayrıca Türkiye'nin en iyi kütüphanesi seçilmiştir. 


Peki Taksim Atatürk Kitaplığı'na nasıl gidilir? Taksim'in arka tarafında Gümüşsuyu bölgesinde yer alır, AKM'nin solundan aşağı doğru yürüdüğünüzde otobüs duraklarının karşısında olmasıyla ulaşılması oldukça kolaydır.İstanbul'da bulunan diğer kütüphanelere buradan ulaşabilirsiniz.


Kitap okumak için kütüphaneleri boğucu bulanlar, kapalı mekanlardan haz etmeyenler ise Gülhane Parkı'nı, Yıldız Parkı'nı, Emirgan'ı tercih edebilirler.


Ben içlerinden en çok Gülhane Parkı'nı tercih ediyorum, hem tramvayla rahat ulaşım sağlıyorum hem de hafta içleri oldukça sakin oluyor. İsterseniz çimlere yayılıp negatif enerjilerinizi toprağa atabilirsiniz, ya da Setüstü Çay Bahçesi'ne çıkarak bir demlik çay eşliğinde kitap okuyabilirsiniz.


Ve gelelim kitap kafelere.Bana yakın bir kitap kafe bulunmadığı için bu kültüre biraz yabancıyım. Ev dışında pek konsantrasyon sağlayamasamda, okul dönüşlerinde Kahve Dünyası'nda gerçekleştirirdim bu aktiviteyi ama evdeki gibi olmuyor kesinlikle.


İstanbul'da bulunan kitap kafeleri araştırdığımda ise gözlemlediğim kadarıyla pek fazla bulunmamakla birlikte en bilinenlerinden biri Taksim' de İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Ada Kitap Cafe. Özellikle mimarisi harika. Ortamı nasıldır, ne tip müzikler çalar henüz gitmediğim için bilgi veremiyorum ama ilk gittiğimde burası ile alakalı bir yazı yazacağım kesin.


Not:

Bütün bu mekanlardan maksimum verim alınabilmesi için ise kesinlikle bilgisayarınızı evde bırakın ve telefonunuzu kapatın :)

Fotoğraflar bana ait değildir, alıntıdır.

Bu konu ile alakalı bir başka yazıya buradan ulaşabilirsiniz. 


10 Eylül 2012 Pazartesi

Elif Şafak ve Firarperest

Firarperest, Elif Şafak'ın gazetedeki köşe yazılarından oluşan bir deneme kitabı.


Elif Şafak, bir kesim tarafından çok sevilen bir kesim tarafından da aşağı çekilen yazarlardan. Yazarın popülaritesinden ötürü kitaplarına karşı hep mesafeli bir yaklaşım gösterdim bugüne dek. Lise yıllarımda Aşk kitabını okumaya başlamıştım ama ne yaptıysam sonunu getirememiştim ya tasavvufa karşı bir sıcaklık besleyemememdendi ya da toyluğuma denk geldi, ama yine de Elif Şafak' a karşı bir önyargı beslememek için savaştım ve Siyah Süt kitabını okudum. Oradaki eğlenceli anlatımı beni çekmişti ama yine de benim için çok önemli yazarlar arasında olduğunu söyleyemeyeceğim belki kitaplarından doğru seçimler yapıp okumadığımdandır, o yüzden hâlâ; "beğenmiyorum" demek aşamasına gelmek istemiyorum

Firarperest kitabı da sürekli gözüme çarptığı için ve kitabın isminden dolayı bir yakınlık hissettiğim için dayanamayıp aldım. İçinde dişe dokunur cümleler var evet ama kitabın genelinde bir özensizlik varmış gibi. Sanki çıkmış olması gerektiği için alelacele bir basım yapılmış gibi. Kitabın kapağında yazarın fotoğrafının olması fikride biraz itici ve popülerlik kaygısına düşülmüş izlenimi vermiyor değil. Ve bazı cümlelerinde, anlatımında tekrarlara sık düşülmüş.Tabii ki eleştirmek haddime değil ama bir ısınamadım Elif Şafak' a gitti.

Kendisinin popülerliğini ve beğenilen kitaplar çıkardığını düşünecek olursak onun için çok alelade bir kitap olmuş. Belki bir hikaye veya roman değil köşe yazılarından oluştuğu için basit gelmişte olabilir. Benim için "bitse de gitsek" kitaplarından biri oldu.Tam tatilde okunacak, bir olay örgüsü olmadığından kolay bitecek kitaplardan yani. Dediğim gibi yine de rezalet değil. Ama zannediyorum ki bir daha Elif Şafak okumakla vakit kaybetmeyeceğim.


Kitabın en güzel yanını ise M.K. Perker' in çizimleri oluşturuyor.

Ve okuduğumda bir kenara not almak için hamle yaptıklarım...






                         

24 Temmuz 2012 Salı

Hayat Değiştiren "Filmler"

İzledikten sonra hayata olan bakış açısını etkileyen, sinemadan çıkmış yürürken gerçek hayata uyum sağlamakta zorlandıran, bir kaç gün etkisinden çıkılmasının zor olduğu, hayat değiştiren filmler listemin ilk bölümünü paylaşmak istiyorum sizinle.

The Eighth Day (Sekizinci Gün)








Georges(Pascal Duquenne), Down sendromundan muzdarip, özürlü biridir. Bir tedavi merkezinde yaşamaktadır. Harry(Daniel Auteuil) ise bir iş adamıdır. İş yaşamında çok başarılıdır ancak özel yaşamında işler yolunda gitmez. Karısı onu terk ettiğinden beri sefil durumdadır ve kızlarına da yeterince vakit ayıramamaktadır. Bir gün az kalsın arabayla Georges'u ezecek gibi olur. Bu tuhaf tanışmadan sonra onu başından savmaya vicdanı elvermez ve sıradışı birliktelikleri başlar. 8 gün boyunca yaşananlar Harry'i çok değiştirecektir.

Dead Poets Society (Ölü Ozanlar Derneği)
1959 yılında geçen film, John Keating (Robin Williams) adlı çok başarılı ve bir o kadar da farklı olan edebiyat öğretmeninin çok disiplinli bir erkek okulu olan Welton Acadamy'de (takma adı Hell-ton) öğretmenlik yapmaya geldiğinde başlar. Bay Keating, çoğu baskı altında olan öğrencileri edebiyat ve şiirin bambaşka dünyasıyla tanıştırır. Onlara özgürlüğü, hayatı yeniden anlamayı, dünyaya farklı açılardan bakmayı öğretir. Ancak Welton Akademisinin felsefesine tam örtüşmeyen bu ders anlatımı akademi yönetimi tarafından da gözden kaçmayacaktır. Okul müdürü Bay Nolan, yeni edebiyat öğretmenini, öğrencilerinden birinin intiharı üzerine, sorumlu görmüştür. Bunu bahane ederek edebiyat öğretmeni Bay Keating'i okuldan ayrılmaya zorlamıştır, fakat bu ayrılığa onu anlayan öğrencilerinin verdiği tepki Bay Nolan'ı hayatı boyunca yaşadığı belki de en utanç duyacağı anına sürükler ve film biter.

The Elephant Man (Fil Adam)
David Lynch, 8 dalda Oscar® adayı filminde John Merrick'in gerçek ve son derece çarpıcı hayat öyküsünü anlatıyor. Victoria dönemi İngilteresinde yaşayan John Merrick, ender görülen bir hastalık yüzünden ileri derecede şekli bozuk bir bedene ve yüze sahiptir. Gezici bir kumpanyada Fil Adam takma adıyla sergilenmekte ve kafes hayvanı muamelesi gördüğü çok zor bir hayat geçirmektedir. Dr. Frederick Treves (Sir Anthony Hopkins) adında genç bir cerrahın onu içine hapsolduğu korkunç hayattan kurtarmasıyla hiç alışık olmadığı güzel bir dünyaya adım atar. Ancak acı ve korku dolu geçmişi Merrick'i bu yeni dünyada da takip edecektir.

 Into The Wild (Özgürlük Yolu)
Genç Christopher McCandless’ın (Emile Hirsch) ilham veren gerçek hikayesinden uyarlanan Into the Wild, rahat ve konforlu yaşamını terk ederek Alaska’nın kırsalında hayatının en büyük meydan okumasını gerçekleştirmek ve özgürlüğü yaşamak için yollara düşen Christopher’ın hikayesini anlatıyor. Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Sean Penn’e yıldız oyuncular William Hurt, Marcia Gay Harden, Vince Vaughn, Catherine Keener ve Hal Holbrook eşlik ediyor. Özgürlüğe Giden Yolda, “güzel olduğu kadar heyecan verici, eğlenceli ve çoşkulu.”

The Pianist
Wladyslaw Szpilman, savaş patlak verdiğinde 27 yaşındaydı ve Polonya'nın geleceği en parlak konser piyanistlerinden biriydi. Luftwaffe'de radyo istasyonu bombalandığında Chopin'in C minor Nocturne'nü çalıyordu.Tüm Yahudiler gibi o ve ailesi de evlerinden çıkartılarak Varşova gettolarına sürülmüştü. Bu çok yetenekli genç adam yeni yaşamında karaborsacıların ve işbirlikçilerin eğlendiği barlarda çalmaya başlamıştır.İşte bu işbirlikçilerden biri onu ve ailesini ölüme götüren esir kampı trenlerinden birinden kurtarmıştır. Savaş fısıltıları, direnişçiler ve sürpriz bir Alman subayı sayesinde Szpilman savaşta hayatta kalmayı başarır.

     The Shawshank Redemption
Şaibeli bir şekilde karısını öldürmek suçundan Shawshank Hapishanesi`ne gönderilen bankacı Andy Dufresne (Tim Robbins), burada hiç alışık olmadığı bir hayat mücadelesi vermeye başlar. Hapishanede tanıştığı Ellis Boyd Redding (Morgan Freeman) ile aralarında mükemmel bir dostluk oluşur. Bir süre sonra Andy'nin hayata bağlı tavırları hapishanedeki mahkumları bile etkilemeyi başarır.

Yes Man (Bay Evet)
Filmde Jim Carrey, kendi kendine yardım programına yazılan Carl Allen adlı bir adamı canlandırıyor. Söz konusu program tek ve basit bir ilkeye dayanmaktadır: Her şeye “evet” demek. İlk başta, evet gücünü açığa çıkarmak Carl’ın hayatını inanılmaz ve beklenmedik biçimlerde değiştirir, ama çok geçmeden anlar ki hayatını sonsuz olasılıklara açmanın bazı olumsuzlukları da olabilmektedir.

Kaynaklar: Sinemalar Wikipedia