Yusuf
Atılgan (Manisa, 27 Haziran 1921 – İstanbul, 9 Ekim 1989)İÜ Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Bir askeri lisede bir yıl
süreyle edebiyat öğretmenliği yaptı. Milliyet Yayınları’nda danışmanlık ve
çevirmenlik, Can Yayınları’nda redaktörlük yaptı. Canistan adlı romanını
tamamlayamadan kalp krizi sonucu Moda’daki evinde vefat etti.
Romanları:
Aylak Adam (1959), Anayurt Oteli (1973), Canistan (2000)Öyküleri:
Bodur Minareden Öte (1960), Eylemci (Bütün Öyküleri; 1992)Çocuk
Kitabı: Ekmek Elden Süt Memeden (1981),
Çeviri:
Toplumda Sanat (K.Baynes; 1980)
Yapı Kredi
Yayınları kendisiyle ilgili şu bilgileri vermiş;Aylak Adam
ve Anayurt Oteli adlı romanlarında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık
temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı ve modern Türk edebiyatının
önde gelen ustaları arasında yer aldı. Anayurt Oteli 1987’ de Ömer Kavur
tarafından aynı adla sinemaya aktarıldı. Film, Venedik Film Festivali’nde
aldığı “Fibresci Ödülü”nün yanısıra yurt içinde ve dışında başka pek çok ödülün
de sahibi oldu. 1955’te Tercüman gazetesinin öykü yarışmasında “Evdeki”
öyküsüyle (Nevzat Çorum adıyla) dokuzunculuk kazandı. Aylak Adam romanıyla
1957-58 Yunus Nadi Roman Armağını’nda ikincilik ödülü aldı. Ölümünün ardından
Yusuf Atılgan’a Armağan (1992) adlı bir kitap yayımlandı.
Kitabın arka
kapağında şu sözler yer alıyor:“Her şeye
“karşı” duran, “karşı” çıkan, “karşı” olan bir adam… Aylak Adam. Bir adı bile
yok. “C” diyor Yusuf Atılgan kısaca. İnsan her şeye bunca “karşı”yken kendine
de “karşı” olmadan nasıl sürdürebilir bir “karşı” yaşamı? C., sıradanlığa,
tekdüzeliğe, alışılmışın kolaycılığına hiç mi hiç katlanamıyor. Hem farklıyı,
hem doğru olanı arıyor. Çabasının boşuna olduğunun da farkında üstelik. Zor bir
karakter, zor bir yaşam, yalın bir roman.”
Alışmaktan korkan, herkeste o'nu arayan, bulamayan, tutunamayan, her şeye karşı duran, her günü cumartesi gibi yaşayan bir adamın dört mevsimlik hikayesi Aylak Adam. Toplum ile bir bağı kalmamışcasına her şeye karşıdan bakan, -toplumun akılla bağdaşmayan düzenine- karşı, uyumsuz (neye göre, kime göre uyumsuz?) insanların çoğu hareketine anlam veremeyen, bir adam C.
Kitapta kadın karakterin yazdığı mektupları okurken, kendisini ne kadar güzel ifade etmiş dedim öyle bir etkiydi ki bu sanki okuduğum bir roman değil yazarı erkek değil o mektupları yazan "gerçek" bir kadınmış, kurgu yokmuş gibi hissettim.
Bende böyle hissetmiştim ama kelimelere dökememiştim dediklerimiz var içinde. Bu kitabı bu kadar sevdirende bu bence. Bazı bölümlerinde olan anlatım biçimi, tutkusu nedeniyle Kürk Mantolu Madonna'ya benzettim.Satır araları muhteşem ayrıntılarla çevrili;
***
“Ne
yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz.”
“İnsanları
yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları
“kişi”yi anlatırlar.”
"Herkes onun
gibi değil miydi? en az umutlanmaları gerektiği zamanlar en çok umarlardı."
“Araçları,
kullanılmaları gereken amaçtan sürekli olarak değişik amaçlar için kullanmak
gösteriştir.”
“İnsan
geçmiş bir olayı kafasından kazıyıp attığını sanıyor. Değil. Tortuya benzer bir
kalıntı var.”
“Birden
içini bir yere, bir şeye geç kaldığı duygusu kapladı. Yirmi sekiz yaşındaydı,
tedirgindi.”
“Sustu.
Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu;
anlamazlardı.”
“Fotoğrafları
sevmem demişti, insanın hayalini sınırlarlar; hep kendilerini düşünmeye
zorlarlar bizi.”
“Huzurunu
yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktu.”
“Sabahları
geç kalkmaya alışmış bir insan, bir gece yatarken “yarın erken kalkmam gerek”
diye düşünüp ertesi sabah istediği vakitte uyanınca nasıl şaşarsa o da saatine
bakınca öyle şaştı.”
“Ne sıkıcı
işleri var insanların!”
“Hep
ölçülü-biçimli mi davranmak gerek? Kim demiş?”
“Kiremitlerden
biri çatlak olmasa dam akmaz.”
“Yine de
üzgündü; ama tatlımsı bir üzüntü bu, kahredici değil, yerleşik.”
“Sizi
bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde
boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir
ben miyim yalnız?”
“Kim bilir,
iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. İş avutur derdi
babası.”
“Bir şeyler
olmasını bekliyordu insan, bir değişiklik"
***