“Artık sadece iletişim araçları var, iletişimin kendisi yok.”
(Jean Luc Godard)
Blog yazılarımdan da belli olduğu gibi son zamanlarda sürekli mektup türünde kitaplar okur oldum. Ve okudukça da yaşamadığım çağlara özlem duyar oldum. Ne güzel bir şeydir insanın sevdiklerine mektup yazması, özenle göndermesi, eline geçip geçmediğinin telaşına düşmesi, merakla cevap mektubunu beklemesi. Heyecanlanması, hüzünlenmesi, sevinmesi. Değer vermektir mektup yazmak. Çabalamaktır. Anıdır. Geçmişin hatıralarına kanıttır. El yazısıyla yazılması, üzerine belki bir kaç damla gözyaşı akıtılması okuyanı paha biçilemez duygulara sevk eder. Artık günümüzde uzun uzun mektuplar yazmak gibi bir kültür kalmadı. Sesli harflerden yoksun kelimelerle, yarı Türkçe yarı İngilizce bir dilde sms "atmak", whatsapptan yazmak, e-mail göndermek, facebooktan dürtmek falan varken...ne gerek var oturup cümle kurmaya çalışmaya? Her şey ne kadar çabuk o kadar iyi! Çook önemli işlerimiz var, hepimiz çok yoğun insanlarız ya! Gelinebilecek en kötü nokta birbirine kuracak cümlesi kalmamış insanlar değil midir? Merak ediyorum "ben napıyorum?" diye durup ne zaman soracağız?
Gelelim Onüç Günün Mektupları'na;
Onüç günün mektupları, Türk şiirinin büyük ustası Cemal Süreya'nın 1972 Temmuz'unda, Okmeydanı SSK'da yatan eşi Zuhal Tekkanat'a yazmış olduğu mektuplardan oluşuyor.
Zuhal Tekkanat, Cemal Süreya'nın ikinci eşidir. Memo Emrah adında bir oğulları vardır.
Aşk, tutku, şefkat, sevgi...Her türden duygu barındıran bu güzel mektuplar iyi ki yayınlanmış. Teşekkürler Yapı Kredi Yayınları. O muhteşem ön sözü yazan merhum Erdal Öz'e de teşekkürler.
Ne yapın edin bu mektupları okuyun...
Not: Süreyalizm blogunun sahibi Hakan Sipahi'den öğrendiğime göre Zuhal Tekkanat "Ondördüncü günün mektubu" adıyla bir kitap hazırlıyormuş :)
Kitabı, fonda Secret Garden çalarken okudum. Tavsiyemdir.