Roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Aralık 2014 Pazartesi

Sevgi Soysal "Tante Rosa"

"Tante Rosa, Sevgi Soysal ile ilk kez buluşacak okura, onu tanımak için en doğru kitap olabilir." 
"Sevgi Soysal'ın Tante Rosa'sı Türkiye için erken öten bir horozdur."
(Funda Soysal) 




"Savaş eksilmiyordu, önce babalar eksildi, sonra ağabeyler eksildi, savaş eksilmedi."

10 Kasım 2013 Pazar

Şehr-i Firar Okumaları; Alev Alatlı "İşkenceci"


Tavsiye kitap okumayı çok sevmem. Bir şekilde ilgimi çekene kadar o kitabı okumam, kendi kitaplarım arasında bazen üvey evlat gibi durduğu bile olur. İşkenceci de bir tavsiye kitaptı birkaç ay okumadım sonra içimi bir merak sardı ve okudum, sadece birkaç saat içinde de bitirdim. Okuyuşumun Üzerinden aylar geçti rafta her görüşümde ne kitaptı! diyorum.









26 Mayıs 2013 Pazar

George Orwell "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" (Nineteen Eighty-Four)


Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, totaliter bir devletin hayal edildiği bir distopyadır.
"Çıkardığınız her sesin duyulduğunu, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin gözetlendiğini varsayarak yaşamak zorundaydınız; zorunda olmak ne söz, artık içgüdüye dönüşmüş bir alışkanlıkla öyle yaşıyordunuz." 
"Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır. Dile getirilen ruh hali, insanoğlunun geleceğine ilişkin handiyse bir umarsızlık, uyarı ise tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri, ruhsuz otomatlara dönüşecekleri, üstelik bunun farkına bile varmayacaklarıdır"

"Orwell kitabına; "Avrupa'daki Son Adam" ismini vermek istiyordu. Daha sonra bir yıl ismini, 1980 veya 1982'yi düşündü. En nihayet 1984'de karar kıldı. Eseri bitirdiği 1948'in son rakamlarının yerini değiştirerek bunu buldu." *

Sloganı "Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür." olan bir iktidar düşünün. Evinizde bulunan bir "tele-ekran" aracılığıyla "Big Brother" tarafından her an gözetim altında olduğunuzu, düşünceleri denetim altında tutabilmek için "Düşünce Polisi"nin her an ensenizde bitebildiğnii, düşünmenin suç olduğunu, "Yenisöylem" adında yeni bir dil oluşturulduğunu, yanlış olduğunu bildiğiniz şeyleri bile doğru olarak kabul edip yaşamak zorunda olduğunuz bir düzen düşünün. Aksi durumda da hiç yaşamamışsınız gibi tarihten, kayıtlardan silinip yok olduğunuzu "buharlaştırıldığınızı" düşünün. 
"Örneğin, Times gazetesinin belirli bir sayısının yerini düzeltilmiş sayılar alır. Üstelik bu değişitirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, kitaplar, süreli yayınlar, broşürler, posterler, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğraflar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her türlü kitap ve belge için de geçerlidir. Giderek geçmiş, günü gününe, dakikası dakikasına güncellenir. Böylece hem Parti'nin tüm öngörülerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlanmış olur hem de günün gereksinimleriyle çelişen tüm haber ve görüşler kayıtlardan silinir. Artık tüm tarih, "gerektikçe sık sık kazınan ve yeniden yazılan bir "palimpest"e dönüşmüştür. Yok edilmesi gereken belgeler ise, bellek deliği denen bir yarıktan içeri atılır ve binanın gizli bir köşesindeki dev fırınları boylar." (Celal Üster, Önsöz)

Kitaptan Alıntılar

"Kafalarını çalıştırmaya fırsat bulamıyorlardı. Onları denetim altında tutmak hiç de zor değildi."

"Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler."

"Bağnazlık bilinçsizlikti."

"En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen kitaplardır."

"Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir.Buna izin verilirse, arkası gelir."

"Savaş her egemen kesim tarafından kendi uyruklarına karşı verilmektedir ve savaşın amacı toprak ele geçirmek ya da toprak yitirmeyi önlemek değil, toplum yapısının hiç değişmeden sürmesini sağlamaktır."

"Savaşın asıl yaptığı, yok etmektir;ama ille de insanları yok etmesi gerekmez, insan emeğinin ürünlerini de yok eder."

"Yalnızlıktan keyif aldığını gösteren herhangi bir şey yapması, dahası kendi başına yürüyüşe çıkması bile her zaman biraz tehlikeli olabilirdi."
"Siyasal ve düşünsel özgürlük artık birer kavram olarak bile kayıplara karışmış dolayısıyla da adlandırılmasına gerek kalmamıştı."

"İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de."

"Akıllılık, çoğunluğa bakılarak ölçülmez."

"Parti üyesi ömrü boyunca Düşünce Polisi'nin denetimi altında yaşar. Yalnızken bile yalnız olduğundan bir türlü emin olamaz. Uykuda ya da uyanık, çalışıyor ya da dinleniyor, banyoda ya da yatağında, nerede ne yapıyor olursa olsun, hiçbir uyarıda bulunulmadan ve denetlendiğini bilmeden denetlenir."

11 Nisan 2013 Perşembe

Dostoyevski'nin ilk romanı; İnsancıklar


İnsancıklar, Dostoyevski'nin ilk romanıdır. Roman, orta yaşlı Makar Devuşkin ile gençliğinin baharındaki Varvara Alekseyevna'nın dostane mektuplaşmalarından oluşmaktadır. 

Eser devrim öncesi Rusya'da geçmektedir. Kanımca, o dönemin hayat koşullarını tanımak için mutlaka okunması gereken kitaplardan biridir. Romanın teması; fedakarlık, dostluk, acıma ve sevgi üzerine şekillenmektedir. İki kişinin birbirine duyduğu sevgi çok naif bir dille anlatılmaktadır. Makar Devuşkin'in incelikli hitapları kitabın anlatımını daha samimi kılmaktadır.

Eserle ilgili tek uyarım Oda Yayınları baskısından uzak durulmasıdır. Özenli olmayan çevirisi nedeniyle anlatım bozuklukları içermektedir. İletişim Yayınları baskısı tercih edilebilir. Ergin Altay'ın çevirisi ve Orhan Pamuk'un ön sözüyle böyle değerli bir eser daha iyi özümsenebilir.

Dostoyevski, ilk eseriyle adeta klasik Rus edebiyatının ünlü isimlerinden biri olacağının sinyallerini vermektedir. 

Ayrıca kitap 144 sayfadan oluşmaktadır, kitap okumakla arası iyi olmayanların bile bir çırpıda okuyabileceği bir akıcılığa sahip.











27 Mart 2013 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna 70 Yaşında!


Kürk Mantolu Madonna, 1943 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayımlanışının 70. yılı şerefine Yapı Kredi Yayınları tarafından özel bir baskıyla yalnızca 5000 adet basıldı ben de 2980.yi kaptım :) Ve kim bilir kaçıncı kez büyük bir zevkle okudum. 





Bu sınırlı sayıdaki özel baskıyı kaçırmamak için acele etmeniz önerimdir :)

3 Aralık 2012 Pazartesi

Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi (The Museum of Innocence)


Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk’un hem yazdığı bir roman hem de yaptığı bir müzedir. Pamuk 1990’lardan itibaren romanı ve müzeyi baştan beri birlikte düşündü. 1974 ile 2000’lerin başı arasında geçen aşk romanı, biri zengin diğeri orta halli iki aile üzerinden geçmişe dönüşler ve hatıralarla birlikte 1950-2000 arası İstanbul hayatını anlatıyor. Müzede ise romanda anlatılan kahramanların kullandığı, giydiği, işittiği, gördüğü, biriktirdiği, hayal ettiği şeyler dikkatle düzenlenmiş kutu ve vitrinlerde sergileniyor. Müzeden zevk almak için romanı okumaya gerek yok. Tıpkı romandan zevk almak için müzeyi gezmeye gerek olmadığı gibi. Ama romanı okuyanlar, müzenin çeşit çeşit anlamını daha iyi kavrayacakları gibi, müzeyi gezenler de, romanı okurken fark etmedikleri pek çok şeyi görecekler. Roman 2008 yılında yayımlandı, müze ise 28 Nisan 2012 tarihinde açıldı. 


Masumiyet Müzesi ile ilgili blogda yazmamak konusunda kararlıydım ama dayanamadım. Yazmak istememe nedenim hislerimi ve duygularımı anlatmaya çalışmamın nafile bir çaba olacağını bildiğim içindi. Hayatımı masumiyet müzesinden öncesi ve sonrası diye ayırabilecek kadar etkilediğimi söyleyip susmak istiyorum. 


Eğer merak ediyorsanız bir an önce okuyun, bitirdikten sonra da çok vakit kaybetmeden müzeyi ziyaret edin.Kitabın kalınlığı sadece bir ilizyon, sayfalar o kadar hızlı ve seri ilerliyor ki kitaptan kopmak pek mümkün olmuyor.


Kitabın içerisinde bir giriş için geçerli olan bilet kısmı bulunuyor, girişte özel bir mühürle damgalanıyor.


Ayrıca müzenin içerisinde yer alan Masumiyet Mağazası'nda müze koleksiyonundan seçilmiş imajların yer aldığı afiş ve kartpostalların yanı sıra Şeylerin Masumiyeti adlı müze kataloğu ve farklı dillerde Orhan Pamuk romanları satılmaktadır. Mağazada kupa, buzdolabı mıknatısı, defter ve kalem gibi diğer hediyelik eşyalarda bulunmaktadır.


Masumiyet Müzesine Nasıl Gidilir ?


Masumiyet Müzesi İstanbul'da, Çukurcuma'da İstiklal Caddesi ile Tophane arasındadır.

Yürüyüş mesafesi olarak; Taksimden 12, Galatasaray'dan 8, Tophane'den 8, İstanbul Modern'den 10, Cihangir'den 10 dakika uzaklıktadır.

Tramvayla gelecek olanların Tophane durağında inip sekiz dakika yürümeleri gerekir.

Ziyaret Gün ve Saatleri: 
Salı, Çarşamba, Perşembe, Cumartesi ve Pazar:10.00-18.00, Cuma:10.00 - 21.00
Müze Pazartesi günleri kapalıdır, içeride fotoğraf çekmek yasaktır.

Yalnız başına gitmeniz yerine özel bir insanla gitmeniz önerimdir :)


Kaynak:
http://www.masumiyetmuzesi.org
http://masumiyetmuzesi-org.tumblr.com/

4 Kasım 2012 Pazar

Her şeye "karşı" bir adam; "Aylak Adam"


Yusuf Atılgan (Manisa, 27 Haziran 1921 – İstanbul, 9 Ekim 1989)İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Bir askeri lisede bir yıl süreyle edebiyat öğretmenliği yaptı. Milliyet Yayınları’nda danışmanlık ve çevirmenlik, Can Yayınları’nda redaktörlük yaptı. Canistan adlı romanını tamamlayamadan kalp krizi sonucu Moda’daki evinde vefat etti.
Romanları: Aylak Adam (1959), Anayurt Oteli (1973), Canistan (2000)Öyküleri: Bodur Minareden Öte (1960), Eylemci (Bütün Öyküleri; 1992)Çocuk Kitabı: Ekmek Elden Süt Memeden (1981),
Çeviri: Toplumda Sanat (K.Baynes; 1980)
Yapı Kredi Yayınları kendisiyle ilgili şu bilgileri vermiş;Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı ve modern Türk edebiyatının önde gelen ustaları arasında yer aldı. Anayurt Oteli 1987’ de Ömer Kavur tarafından aynı adla sinemaya aktarıldı. Film, Venedik Film Festivali’nde aldığı “Fibresci Ödülü”nün yanısıra yurt içinde ve dışında başka pek çok ödülün de sahibi oldu. 1955’te Tercüman gazetesinin öykü yarışmasında “Evdeki” öyküsüyle (Nevzat Çorum adıyla) dokuzunculuk kazandı. Aylak Adam romanıyla 1957-58 Yunus Nadi Roman Armağını’nda ikincilik ödülü aldı. Ölümünün ardından Yusuf Atılgan’a Armağan (1992) adlı bir kitap yayımlandı.
Kitabın arka kapağında şu sözler yer alıyor:“Her şeye “karşı” duran, “karşı” çıkan, “karşı” olan bir adam… Aylak Adam. Bir adı bile yok. “C” diyor Yusuf Atılgan kısaca. İnsan her şeye bunca “karşı”yken kendine de “karşı” olmadan nasıl sürdürebilir bir “karşı” yaşamı? C., sıradanlığa, tekdüzeliğe, alışılmışın kolaycılığına hiç mi hiç katlanamıyor. Hem farklıyı, hem doğru olanı arıyor. Çabasının boşuna olduğunun da farkında üstelik. Zor bir karakter, zor bir yaşam, yalın bir roman.”



Alışmaktan korkan, herkeste o'nu arayan, bulamayan, tutunamayan, her şeye karşı duran, her günü cumartesi gibi yaşayan bir adamın dört mevsimlik hikayesi Aylak Adam. Toplum ile bir bağı kalmamışcasına her şeye karşıdan bakan,  -toplumun akılla bağdaşmayan düzenine- karşı, uyumsuz (neye göre, kime göre uyumsuz?) insanların çoğu hareketine anlam veremeyen, bir adam C.

Kitapta kadın karakterin yazdığı mektupları okurken, kendisini ne kadar güzel ifade etmiş dedim öyle bir etkiydi ki bu sanki okuduğum bir roman değil yazarı erkek değil o mektupları yazan "gerçek" bir kadınmış, kurgu yokmuş gibi hissettim. 

Bende böyle hissetmiştim ama kelimelere dökememiştim dediklerimiz var içinde. Bu kitabı bu kadar sevdirende bu bence. Bazı bölümlerinde olan anlatım biçimi, tutkusu nedeniyle Kürk Mantolu Madonna'ya benzettim.Satır araları muhteşem ayrıntılarla çevrili;

***

“Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz.”

“İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları “kişi”yi anlatırlar.”

"Herkes onun gibi değil miydi? en az umutlanmaları gerektiği zamanlar en çok umarlardı."

“Araçları, kullanılmaları gereken amaçtan sürekli olarak değişik amaçlar için kullanmak gösteriştir.”

“İnsan geçmiş bir olayı kafasından kazıyıp attığını sanıyor. Değil. Tortuya benzer bir kalıntı var.”

“Birden içini bir yere, bir şeye geç kaldığı duygusu kapladı. Yirmi sekiz yaşındaydı, tedirgindi.”

“Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”

“Fotoğrafları sevmem demişti, insanın hayalini sınırlarlar; hep kendilerini düşünmeye zorlarlar bizi.”

“Huzurunu yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktu.”

“Sabahları geç kalkmaya alışmış bir insan, bir gece yatarken “yarın erken kalkmam gerek” diye düşünüp ertesi sabah istediği vakitte uyanınca nasıl şaşarsa o da saatine bakınca öyle şaştı.”

“Ne sıkıcı işleri var insanların!”

“Hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek? Kim demiş?”

“Kiremitlerden biri çatlak olmasa dam akmaz.”

“Yine de üzgündü; ama tatlımsı bir üzüntü bu, kahredici değil, yerleşik.”

“Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?”

“Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. İş avutur derdi babası.”

“Bir şeyler olmasını bekliyordu insan, bir değişiklik"


***


6 Ekim 2012 Cumartesi

"Bir kitap okudum hayatım değişti" kitabı: Yüzyıllık Yalnızlık


Üç gün içinde ara vermeden okuduğum (zaten cümleler o kadar betimleyici, uzun ve dolu ki okumaya başlayınca elden bırakması zorlaşıyor.), kimi zaman benzer isimler arasında kaybolduğum, aile yalnızlaştıkça ev tenhalaştıkça hüzünlendiğim hatta o evde yaşıyormuşçasına kendimi kaptırıp suratımı astığım, kimi satırlarında gülümseyip kimi satırlarında gözlerimi fal taşı gibi açtığım bu kitapla ilgili ne söylersem söyleyeyim hissettiklerimin %1 ini bile ifade etmeyeceğinden emin olduğum, inanılması güç olayları günlük yaşamın parçası tadında sunup büyüleyici gerçekliği en iyi tanımlayan, "bir kitap okudum hayatım değişti" cümlesindeki kitap olsa olsa bu kitaptır. 

Yalnızlık teması öyle sessizce, derinden ve belki de sinsice işleniyor ki içinize, bittiği zaman beyninizden vurulmuş gibi hissetmeniz çok olası. Her sayfası olaylarla çevrili olduğundan, sadece anı yaşıyormuş gibi öncesi sonrası yokmuş gibi hissettiriyor. Senfonik bir destansılık var.Ve ölüm bu kitapta çok olağan. Sonlara doğru kitapla aramda öyle bir bağ oluştu ki, bitmesin istedim sonu olmasın diye yavaş okumak istedim.

Uykusuzluk salgını, yıllarca durmadan yağan yağmur, tanrının fotoğrafını çekmeye çalışan bir dede, evi yiyen karıncalar, güzel bir kızın göğe yükselmesi gibi doğaüstü olaylar kitabı çok nev-i şahsına münhasır kılmış. Anlatımı büyüleyici kılan bir çok satırla dolu. Mesela şu kısma bayılmıştım:

"Jose Arcadio, yatak odasının kapısını kapar kapamaz evde bir silah sesi çınladı.Kan, kapının altından süzüldü, oturma odasına geçti, sokağa çıktı, inişli çıkışlı yoldan karşıya ulaştı, kaldırımları indi çıktı, Türkler Sokağı'nı geçti, önce sağa, sonra sola saptı. Buendiaların evinin tam karşısına geldi kapalı kapının altından sızdı halıları kirletmemek için duvar diplerinden dolanarak salona geçti, oturma odasına girdi, yemek masasının çevresinde geniş bir kavis çizdi, begonyalı terasa uzandı, Aureliano Jose'ye matematik dersi veren Amaranta'nın sandalyesinin altından görünmeden süzüldü, kileri geçti, ekmek pişirmek için tam otuz altı yumurta kırmak üzere olan Ursula'nın bulunduğu mutfağa girdi."

Kitabın arkasında Yüzyıllık Yalnızlık ile ilgili yazar Gabriel Garcia Marquez'den şu sözler var:

 "Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız."



                                                    ***

"İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir."

"Kadının duygularını irdelemeye başladı; Öylesine derine indi ki, ilgi ararken aşk buldu. Çünkü kendini kadına sevdirmeye çalışırken sonunda kendisi ona aşık oldu."

"İnsan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür."

"Ömrünü zehir eden inatçılığı yine herkesin sandığı gibi kötü yürekliliğinden değildi de, sınırsız bir sevgiyle aşılmaz bir korku arasındaki ölümcül çatışmanın sonucuydu."

"Yalnızlık, anılarını ayıklamış, yaşamın yüreğinde biriktirdiği özlem dolu süprüntüleri yakmış, geriye en acı anıları bırakarak onları arıtmış büyütmüş, sonsuzlaştırmıştı."

"O çileden çıkartıcı suskunluk ve ürkütücü yalnızlıktan hem kaçmak, hem de hep orada kalmak isteğine daha fazla dayanamıyordu."

"Ne gamın ne tasanın yanına hiç uğramadığı bir taş gibiydi. Yalnızca o günlerde, arapsaçına dönmüş yüreğinin sonuna dek bocalamaya mahkum olduğunu biliyordu."

"Bir dakikalık uzlaşma ömür boyu arkadaşlıktan daha iyidir."

"Ölümü umursadığı yoktu, ama yaşam çok şey demekti. O yüzden de idam hükmü verildiği andaki duygusu korku değil, özlem oldu."

"İnsanın en iyi dostu ölmüş olan dostudur."

"Yaşamla hesabını kesin olarak kapatırken kendi insanlarını düşündükçe duygulanmıyor, en çok nefret ettiği kişileri aslında nasıl sevmiş olduğunu anlamaya başlıyordu."

"Melquiades, "Bilim uzaklığı oradan kaldırdı" diye fetva verdi. "Çok yakında insanoğlu evinden dışarı adım atmadan dünyanın neresinde ne oluyorsa görebilecek."

"Koca tekne, yalnızlık ve unutulmuşluğun yarattığı, zamanın yıpratıcı etkilerinden ve kuş pisliklerinden korunmuş kendine özgü bir oylum içindeydi sanki."

"Neredeyse kızı olacak yaştaki Remedios'un, yani yargıcın kızının hayali, içine dinmeyen bir sızı düşürmüştü. Bu ayakkabısında taş varmış gibi, yürürken insanın canını acıtan somut bir sızıydı."

"Canayakın ve içten görünmesine rağmen içe dönük bir kızdı, yüreğinden geçenleri kimseye açmazdı."

"Onda yalnızca hüzünlü bir yalnızlık buluyordu."

"Sanırdınız ki, gündüz akşama kadar dokuyor, dokuması bitmesin korkusuyla da gece sabaha kadar söküyordu. Bu işi yalnızlığını unutmak için değil tam tersine yalnızlığını yoğunlaştırmak için yapıyordu."

"Geleceğin belirsizliği, yüreklerini geçmişe çevirmişti."
         

13 Mayıs 2012 Pazar

İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna'sı ile "Sabahattin Ali"


Sabahattin Ali
 25 Şubat 1907 - 2 Nisan 1948 

Sabahattin Ali yazmaya şiirle başlamıştır, zaman içinde şiirleri Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya, Sezen Aksu, Edip Akbayram tarafından bestelenmiş ve yorumlanmıştır.

Sabahattin Ali Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirmiş, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirmiştir.

Yazdığı yazılar nedeniyle bir çok kez hakkında dava açılmış cezaevine girmiştir. Bir dava nedeniyle girdiği cezaevinde 3 ay yatmış çıktıktan sonra işsiz kalmış ve yazacak yer bulamamıştır. 

Yurt dışına gidebilmek için pasaport almak istemiş, alamamıştır. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı da bulamayınca Bulgaristan'a kaçmaya karar vermiş fakat para karşılığı anlaştığı Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından Jandarma karakolunda katledilmiş

Daha sonra da cesedi 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunmuştur.Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştır.


Kürk Mantolu Madonna romanını bir arkadaşımın bana hediye etmesiyle okudum, keşke daha önce okusaydım dedim. Etkilendiğim satırlar;











vee İçimizdeki Şeytan..


Kürk Mantolu Madonna' dan öyle çok etkilendim ki, biter bitmez hemen bu romana sarıldım. Benlik kavramı odaklı bir roman.Ana karakter olan Ömer'in iç konuşmaları, çok sevdiği Macide'ye karşı bile tam anlamıyla dürüst olamayışının yarattığı buhranları, içindeki şeytanı ve gerçekleri bu kadar net görmek biraz can sıkıcı geliyor, karamsar özünde. Kürk Mantolu Madonna kadar sarsılmadım ama kendi başına çok derin anlamlar taşıyan bir yapıt.

Kitabın arka kapağında şu sözler yer alıyor;

"isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizdeki şeytan yok... içimizdeki aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç birşey: hakiklatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."  


"İyi insan olmak kötülük yapmamak değil, içinde kötülük yapacak cevheri bulundurmamaktır." 

Bu cümle bu kitabı özetleyen en net cümledir bana kalırsa. 

Not: Kitabı bitirmiş Sabahattin Ali hakkında araştırma yaparken ölüm tarihinin kitabı bitirdiğim tarihle aynı olması tüylerimi ürpertmişti :)